20 Aralık 2009 Pazar

Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz



Aziz Nesin'in bu harika eserini Ümraniye Şehir Tiyatrosunda seyrettim üç gün önce. Yaşar isimli birisinin nüfüs cüzdanını daha önce öldü görünüyor olmasından dolayı çıkartamaması, hatta ilerleyen yıllarda bir kere daha şehit düşmüş görünmesi... Yaşar askere gidemiyor, okula gidemiyor, mirastan yararlanamıyor hatta evlenemiyor ve sonunda çocuğuna da nüfus cüzdanı çıkartamıyor. Yaşar yaşıyor mu cidden? Yaşar, askerlik nasıl yapmazsın denilerek askere alınıyor ama terhis olamıyor çünkü ölmüş görünüyor, bir şekilde çıkıyor, bu sefer babasının mirasını alamıyor ama babasının borcunu ödemesi zorunlu, deli denilip alıkonuluyor ama hastaneden çıkamıyor çünkü nüfüs cüzdanı yok.... Bu Yaşar yaşıyor mu ölü mü? Devletin işleyişi ile ilgili aksamaları konu alan bir oyundu. Sonunda Yaşar hayat okulundan diploma alıyor. Bir sürü olayın geliştiği güzel ve seyredilmesi gereken bir oyun.
Herşey kurallarda, gerisi koyun sürüsü, insayatif alma olayı yok. Bunları trajikomik bir şekilde izliyorsunuz...
Konu cidden iyi, oyuncular iyi ama ses sistemi çok kötüydü. Beşinci sırada oturmama rağmen ne şarkıları anlayabildim ne de bazı diyalogları.
Aziz Nesin'i bukadar güzel bir hikaye yazdığı için tekrar saygıyla anıyorum. Dilerim ses sistemi çözülür ve bu harika oyunu kitleler seyretme imkanı bulur.

Yaşıyor muyuz cidden? Yoksa " -mış gibi" mi yapıyoruz?

La Traviata İle Opera'ya Tekrar Merhaba


Uzun zaman olmuştu operaya gitmeyeli. Şeytanın bacağını kırdım ve hazır İstanbul’a taşınmışken fırsatı değerlendirdim. İlk tercihimi Verdi’nin " La Traviata"’sından yana kullandım. Süreyya sahnesinde seyrettim.  Sahnenin tavan işlemeleri, duvardaki resimler ile kendimi 1700-1800’lü yıllarda avrupada opera seyrediyor gibi hissettim.

La Traviata’da Violetta ve Alfredo’nun aşkı anlatılıyor.  Sonunda ana karakter öldü ve benim gözlerde biraz buğulandı. Oysaki nasıl da sevmişti Alfredo’yu,  aşkından uzak kalmak onu öldürmüştü. Alfredo son sahnede Violette’ye geldi ama nafile. Gözlerim buğulanınca, evet işte dedim, ses, müzik, kostümler, ışıklandırma işe yaramış, bana ölüm sahnesini yaşatmış. Aşk ve ölümü anlatan bir başyapıtı izlemek güzeldi.
Pavarotti'den La Traviata dinletisi

29 Kasım 2009 Pazar

Gizli Oturum, Yoksa cehennem içimizde midir?

Üsküdar sahnesinde seyretme imkanı bulduğum düşündürücü niteliği olan bir oyundu. Jean Paul Sartre’nin oyununu, Ergün Işıldar’ın yönetmenliğinde; Ece Okay, Özge Özder, Emre Narcı ve Osman Gidişoğlu’nun oyunculukları ile seyretme imkanı bulduk.


Bir mekana hapsedilmiş üç kişi, hayatın bittiği yerde arada kalmışlık duygusu. Ne cennet ne cehennem, kuşkunun verdiği cehennemi yaşarken bir aradalar. Ne bir ışık, ne uyku... Sadece o mekanda var olmaya çalışırken, maskelerin korunma çabası. Kendi içlerindeki cehennemi başkalarında bulma uğraşı. Bireyin özgürlüğünün,var oluşunun, diğer bireylere bağlı olması, bunun verdiği akıl yürütmeler ve kuşkular arasında kendini bulmak belki de kendini bulmaktan kaçınmak. Seçimlerimizin bizim kendi hayatımızı, bir anlamda kendi cennet ve cehennemimizi, oluşturduğunun farklı bir yansıtılışı vardı oyunda.

Varoluşçuluk ve derin düşünülesi konular içeren bir oyundu. Sadece kafa dağıtmak ya da sosyal eğlenti adına tiyatroya gidenlerin sıkıcı bulmasının olası olduğu ama sorgulamalara kendini kaptıran, felsefeye ilgi duyanların beğeneceğine inandığım bir oyundu.

Oyunun başlarında ciddi bir adaptasyon sorunu yaşasam da hem konu itibariyle hem de oyunculuklar açısından beğendiğim bir oyun oldu. Bu adaptasyon problemi belki de kurgusundan kaynaklandı. Seyredeceğim film ve oyunları özellikle bilgi sahibi olmadan, ön araştırma yapmadan izlemek istiyorum. Bu şekilde; ne olacağını bilmeden, daha çok zevk alıyorum, merak duygum tetikleniyor. Araştırmak mı gerekiyor yoksa oyunun anlaşılır mı olması gerekir? Yine de beli süre sonra olaya adapte oldum ve baştaki bu aksaklığa rağmen oyundan çok keyif aldım. Emeği geçen herkese teşekkürler.

Oyun ile ilgili yorumlarım linkte bulunmaktadır.

zeynep yorum

24 Kasım 2009 Salı

Tekrar Çal Sam

Ragıp Yavuz’un yönetmenliğinde, bir Woody Allen senaryosu. Tiyatroya uyarlanışını çok başarılı bulduğum bir gösterimdi. Kasım ayında Haldun Taner sahnesinde seyretme şansı buldum. Biraz ürkek biraz düşünceli girdim salona, “ya beğenmezsem endişesi” taşıyordum ama ilk 5-10 dakikadan sonra keyifle izledim.

Bir adamın, Allan, eşi tarafından terk edilişinden başlayan olaylar dizisini konu alıyordu. En yakın arkadaşı-Dick, ve eşinin, Linda, yardım etme çabaları arasında yeni bayanlar ile tanıştırılması, bu sırada Linda ile yakınlaşmalarını konu alan bir oyundu. Evin perisi fikrini çok beğendim. Allan’ın içsel çekişmelerini, evin perisi karakteri mimik ve beden dili ile oyuncuya yansıtıyor ve oyunu tek düze olmaktan çıkartıyordu. Belki bir çöküş olarak nitelendirebileceğimiz bir olay, komedi şeklinde izleyiciye sunuldu. Aldatmak, terk edilmek, beğenilmemek korkusu, kendini koyuverme gibi durumların içinden çıkılmaz bir hal aldığı anda, “ kendin gibi olabilmek” ile birçok şeyin başarılabileceğinin vurgulandığı düşündürücü niteliği olan bir oyundu.

Ragıp Yavuz, senaryoda olmamasına rağmen “evin perisi” karakterini eklemiş ve bence gayet başarılı da olmuş. Oyunculukları başarılı buldum, sahne tasarımı ve kostüm tasarımı da etkileyiciydi. Herkese önerebileceğim bir oyun, keyifli seyirler..

Oyun ile ilgili daha geniş yorumum linkte bulunmaktadır.

zeynep yorum

20 Ekim 2009 Salı

Miniaturk Gezisi

Yurtdışına gidince çoğumuz birer tarih gözlemcinse dönüşüp, mimari yapıları, müzeleri, tarihi yapıları ziyaret edip bolca fotoğraf çekip o anları ölümsüzleştirme girişiminde bulunuyoruz. İşte tam da bu merakla hadi Miniaturke diyerek yola düştük. İstanbul’da uzunca bir yol gittikten sonra, kendimizi Miniaturk’te bulduk. Miniaturk’ü Anadolu, İstanbul ve Osmanlı mimarisinin kendine özgü muhteşem mimarisini içeren, birçok yapıtın maket haline getirilmesinden oluşan açık alan sergisiydi diye tanımlasak yanlış olmaz. Antik çağ, Bizans, Selçuklu, Osmanlı ve son dönem Türk mimarisini içine alan Anadolu’daki yaklaşık 3000 yıllık bir geçmişi gözler önüne seriyor. Boğaziçi köprüsünden, Sümela Manastırı’na, şu an sadece biraz kalıntısı kalmış olan Artemis Tapınağı’nın tüm halini gösteren maketten Bursa Ulu Camiye, Anıtkabir’den TBMM binasına, Malabadi Köprüsünden Nemrut Dağı Kalıntıları’na, Çırağan Sarayı’ndan Kubbet-üs Sahra’ya, milli sınırlarımız içinde olan ve dünyanın farklı yerlerinde Osmanlı döneminde yapılmış olan mimari eserlerimizin çoğunun yer aldığı maketleri içeren bir geziydi.

Her maketin yanında, biletin manyetik alanını yaklaştırınca çalışan ve ilgili mimari yapının ne zaman yapıldığını, önemini vs anlatan cihazların olması da ayrıca güzeldi. Fakat ilk giriş anında beni rahatsız eden bir olay oldu. Bileti satın alırken yan tarafta içerdeki yapıtları tanıtan kitapçıklar gördüm ve görevliden istedim. Bana “ olmaz hem onlar yabancı dilde” dedi. Ben de, “olsun ben okurum” dedim. “Onu alabilmen için yabancıların aldığı biletten alman lazım, sana veremem” dedi. Kendi ülkemde, kendimi ait hissettiğim o mimari yapıları görebilme şansım var ama tanıtıcı bilgilere kitapçık ile ulaşma şansım yok. Neden, “ sen bu ülkedensin, yabancılara öncelik” mantığımı? Hani eve misafir gelecekken, çocuğa pasta verilmez, şekli bozulur, misafir gediğinde yersin denilir, bu da o misal oldu. Fakat ortada şekli bozulacak bir pasta yok, bu önceliğin nedeni nedir anlayamadım!! Kısaca ülke sınırlarımda yabancı uyruklu olmadığım için, eksik hizmet görmüşüm duygusu taşıdım ve güzel geçen bir gün biraz buruklaştı.

Yine de internetten bu mimari yapılara bakıp, bilgi sahibi olma şansımız var… İlgili internet sitesini de bloğa ekliyorum. Bugüne kadar hepsini görme şansımız olmadıysa ya da anı tazelemek istersek Miniaturk’u gezmek, güzel ve keyifli bir gün olur diye düşünüyorum.

19 Ekim 2009 Pazartesi

ONCE

Son zamanlarda seyrettiğim filmlerden birisi daha.. Filmin en büyük özelliği içindeki şarkılar. İrlanda yapımı bir film olmakla birlikte iki ünlü müzisyen başrollerde. Glen Hansard ve Marketa Irglova’nın başrollerini oynadığı filmi John Carney yönetmiş. Dostluk, flört ve yaşanamamış bir ilişkiyi içine alan, müzik ağırlıklı bir yapıt. Sonu hep beklediğimiz mutlu sonlardan biraz farklı bitiyor, belki de bu açıdan daha gerçekçi olduğunu düşündüm. Çek asıllı bir kızla İrlandalı bir erkeğin müzik ve elektrik süpürgesi üzerine başlayan ve gelişen hikayesini konu alıyor. Hikayenin devamında ikisinin geçmiş ilişkilerine kısaca değinilip, ortak noktaları olan müzik sevgisi vurgulanıyor. Kızın piyanoya olan merakı ile erkeğin gitar konusundaki yeteneği ve ilerleyen dostlukları sonucunda kendilerini kayıt stüdyosunda demo doldururken buluyorlar. Adam eski sevgilisinin yanına İngiltere’ye dönüp müzik kariyerine devam etmeyi planlarken, kızın uzun zamandır ayrı yaşadığı eşi Çekoslovakya’dan gelecek..


Filmde adam kıza kocasını halen sevip sevmediğini sorduğunda kız “Miluju tebe” diyor, filmi seyrederken tahmin edebiliyorsunuz bunun “seni seviyorum” alamına gelebileceğini fakat adam çekçe olan bu cümlenin anlamını bilmiyor ve o sırada bunu önemsemiyor. Konusu ve sonu itibariyle farklılaşan ve özellikle içindeki müziklerle bir hayli iddialı olan bir filmdi. Sırf müzikler için bile seyretmeye değer olduğunu düşünüyorum.

http://en.wikipedia.org/wiki/Once_(film)
Falling Slowly
If you want me

4 Ekim 2009 Pazar

Sihirbaz

Sihirbazı, orijinal ismiyle “The Illusionist”, sinemada izleme şansım olmamıştı ve yakınlarda seyredebildim. Filmin bütününe baktığımda etkileyici bulduğum filmler arasında yerini aldı. Küçük yaşta bir sihirbazla tanışan ve hayatı değişen bir çocuğun, sihirbazlığı hayat biçimi haline getirmesini, aşkı ve kurguyu içine alan bir film.


Sihirbazın sırrı ayrıntılarda gizliydi. Kılıç sahnesinde taşların alınması ve filmin sonunda o taşların kullanılması. Kurgusu çok iyi yapılmış bir sahneydi.

Sihirbazın özel güçleri olduğuna seyirciyi tam ikna ettiği ortamda aslında her şeyin bir ilüzyon olduğunun gösterilmesi de çok etkileyiciydi. Film bittiğinde aklıma gelen ilk düşünce, “ hiçbir şey göründüğü gibi değildir” oldu. İşin komik kısmı cd’nin kutusu üstünde de aynı cümlenin yazıyor olması… Bilinmezlik algılarımızın gerçeklerden sapmasına neden olabiliyor. Film, bilinmezliğin kitlelere verdiği çekiciliği yansıtırken yapılan her sihrin aslında mantıksal ve bilimsel zeminde gerçekleştiğini ve sihrin, bilimselliğin çözülmemiş hali veya gerçeğin ustaca saklanmış hali olduğunu gösteriyor.

Bu film algının ve gerçekliğin sorgulanması açısından bende rüzgar etkisi yaptı ve arşivimde yerini aldı.

http://www.imdb.com/title/tt0443543/

26 Eylül 2009 Cumartesi

Bir Düş Gördüm

Eylülün ortalarında, Ankara’nın sonbaharına nazaran sıcak bir Pazar gününde, uzun zamandır arkadaş sohbetlerimizde” hadi yapalım, o hafta mı yapsak bu hafta mı…” diye düşündüğümüz “Hippi Projesi” gerçek oldu. Farklı tarzlarda yaklaşık 10 -15 kişilik bir ekip bir araya geldik ve 2000’ler de Hippiler nasıl oluru amatörce de olsa canlandırdık ve fotoğraf karelerinde ölümsüzleştirdik. Fikir bir arkadaşımdan çıktı ve hepimizi “seni görmek istiyorum o karelerde” diyerek ikna etti. Benim, fotoğraf kareleri ile pek aram yoktur ama dostumun ısrarı ve bu çekimleri zevkli hale getirmek için çabaları beni savunmasız kıldı. Özellikle hep hayalini kurduğumuz “papatya taçlar” takıp fotoğraf çekilme fikri beni savunmasız bıraktı. Gerçi sonbaharda Ankara sokaklarındaki çiçekçilerde papatya bulamadık.. Biraz eksik biraz buruk oldu içimiz ama amaç o enerjiyi yakalamaktı ve yolumuza devam ettik.




Çekimleri nerde yapalım diye sohbet ederken, İncek yolunu seçtik. Ankara’nın bozkırı, uzun sarı otlar çekimleri daha da renkli hale getirdi. Fotoğrafları çeken arkadaşımızın profesyonel yaklaşımı, bir an “neden bu olayı daha ciddiye alıp hazırlanmadım” duygusunu yarattı bende… Hiçbirimiz özel kostümler satın almadık, evdekilerden giyindik, ne de olsa Hippi Projesi, amaç özgürlüğü yansıtmak ve sosyal dayatmalara başkaldırı... Bu da benim daha sonradan kostüm konusundaki hayıflanmalarıma sürdüğüm merhem oldu.



Eylül ayından beklenmeyen kavurucu sıcakta sularımızı almayı unutmuş olmamız da ayrı bir renk kattı günümüze. Çekimlerin ilk yarısında dayanamayıp, üç kişi markete gittik. Makyajlar ve takılarla ayrı bir renk kattık markete.. Belki de gerçek hippi o an olmuşuzdur; aldırış etmeden alışverişi yapıp, yolumuza koyulduk.




Melekler, dilek ağacı gibi ekstra konseptleri de içerdi çekimlerimiz. Genelde üç ya da dört kişilik gruplarla çalışmak fotoğrafın daha anlamlı ve çarpıcı olmasını sağladı. O kadar kişi toplanmışken toplu fotoğraflar olmadan olmazdı. Yıllar sonra albüme bakılıp, bir zamanlar her şey ne kadar farklıydı, nasıl eğlenmiştik o gün, diğerleri neler yapıyorlar acaba dedirtecek bir anı oluştu. Benim için çok anlamlı bir çalışmaydı. Hippi olmasam da Hippi ruhundaki özgürlük duygusu, eşitlik duygusu, insan- doğa dengesi benim içimdeki parıldamalardı ve bu çalışmaya katılarak bunların savunucularını bir anlamda anmış oldum. Kısıtlanmış özgürlüğü bir günlüğüne de olsa, dışarı çıkarttım. O hissi özümsedim, damarlarımda hissettim.



Eşitlik…Hippiler’in yayılması ve Martin Luther King’in“ Bir düş Gördüm” konuşması benzer dönemlerde oldu. Tarihe bakınca Martin Luther King’in düşü gerçek oldu diyebiliriz. Artık deri ayrımcılığı çok yapılmıyor. Fakat zıt kutuplar hep var.. Eşitlik ve eşitsizlik, ayrımcılık vs.

Dilerim hepimiz ruhumuzu özgürleştiririz, hepimizin eşit olduğunu bir gün keşfederiz. Eşitliği keşfettiğimizde empati de kuruyor olacağız. Daha kuvvetli bir iletişimimiz olacak.



Bizim Hippi projemizden geri de kalanlar fotoğraflar ve birkaç güzel anı oldu. O heyecanı yaşadık. Giysilerimiz, mekan ayarlamaları, takılar, aksesuarlarla Hippi projesini yaptık. Hiç aklımda olmayan ama bakınca iyi ki o gün ordaymışım dediğim bir çalışma oldu. Hatta projenin fikir annesi bu fotoğraflardan bir de klip hazırladı. Müzik ile fotoğraflar dans etti, ahenk oluştu. Scott Mckenzie ‘den “San Francisco”, cidden güzel bir şarkı ve projeye çok uydu.

http://www.dailymotion.com/relevance/search/scott+mckenzie/video/x1ow10_scott-mckenzie-san-francisco_music
Ruhumuzun özgür olması dileğiyle..

13 Eylül 2009 Pazar

Ankara Defterinin Son Sayfası

Hayat akarken belli sınırlar, belli uçlar varsa, her şey daha anlam kazanıyor. Her gün aynıyken, yarının taşınmadan önceki son gün olması yarını anlamlı kılıyor. Ne değişiyor? Belki anksiyete artıyor heyecandan bilinmezlikten. Taşınmak gerçekten bu kadar radikal bir değişim mi diye sorguluyorum kendimi. Gökyüzü benim olmuşken, limanlara, rüzgarlara, yıldızlara ve bulutlara sahip çıkmışken, nedir bu direnç… Evim, odam, kitaplarımın kokusu, resimlerim, perdem, her anına yaşanmışlıklarım dolmuş olan duvarlarım değil sahip çıktığım. Eğer öyle olsa bu kadar yolculuğa adapte olamazdım. Sanırım insanlara olan bağlılığım, köklerimi atmış, yıllarımın geçtiği şehre. Ruh hazır olmadan, belli şeylerin karşıma çıkmayacağına inanmışımdır hep. Biraz doğu felsefelerinin de etkisinde kalarak, eğer ruhum bu aşamaya geçiyorsa demek ki bu değişime hazırım. Demek ki hazırım sevdiklerimden, sevmediklerimden ben olmamı sağlayan birçok kişiden kilometrelerce öteye gitmeye. Ne çok severim farklı yerlere, ülkelere gitmeyi… Bilirim ki döneceğim, hep o kesinlik vardır. Bu kesinlik midir o anların hiç bitmemesini dileten? O tatilin sonunun gelmemesini isteten. Bu sefer kesinliğim yok, bilinmezlik hatta orda yaşayacak olmayı bilmek.. Ankara defterinin son sayfasını yazıyor olmak…


En büyük hayalim gerçek oldu hatta tahminimden de iyi koşullarda. Bu sefer korku saldı içimi. Hayallere ulaşınca hep böyle mi olur. Çocuklar bu konuda ne kadar saf masum ve doğal. Tüm endişelerden korkulardan arınıp hayallerimin gerçek olmasının tadını çıkartmak isterdim. Yarım saat boyunca beğendiği ve sonunda aldırttığı oyuncağı ile oynayıp daha sonra oyuncak yığınına onu terk eden bir çocuk kadar derinlemesine anı yaşamak istiyorum. Anı çok iyi yaşayıp arkaya bakmamak. Fakat sevgiyi öğrenince arkaya bakıyor insan. Sevdiklerinden kopmak zor geliyor. Aslında kopmuyorum herkes, her yaşanmışlık kalbimde. Yüzler zamanla silikleşse de, olaylar unutulsa da, yaşanılan duygular ve o duyguların tatları kalıyor zihinde.

Bugün ve dün Ankara’ya farklı baktım. Karum, Tunalı, Kuğulu Park, Cinnah, Köroğlu, Bilkent… Hepsinde 29 yılım film şeridi oldu geçti gözümden. Tunalıya ailemden ayrı ilk gidişim beş yaşındaydı. Kim daha yükseğe taş atacak oyunu oynarken, bir evin camını kırmıştık mahalle arkadaşlarımla…Ne yapalım derken, kimi dövülmekten korktu, kimi kızılmaktan, kimi macera aradı ve evlerimizi terk ettik.. Hatırladığım ilk sürü psikolojisi davranışımdı. Bülten sokaktan aşağı doğru kollarımız havada sallanarak, atlaya zıplaya, özgürlük duygusunu tüm damarlarımızda hissederek indik. Camı unutup, Tunalıya herkesten habersiz gelmenin verdiği mutlulukla dolaştık.. Hava kararınca başladık düşünmeye. En korkuncu hava tam karardığında, ailelerimizin yokluğumuzu fark ettiğini bilmekti. Olay iyice içinden çıkılmaz hal almıştı. Şimdi ne yapacaktık.. Beş yaşında demoktratik olarak konuşup eve dönmeye karar verdik. Tabi o cesarette yok, üç kat çıkıp, kapıyı nasıl çalıcam, ne diyeceğim. Özgür’ün annesine rica etmiştim, bana çok kızarlar ne olur benimle gelin diye Kapı da sevinç ile karşılandım, ablam tatile gidecekti ve sayemde otobüsü kaçırıyordu. Olayları anlattım… Tüm bunlar geçti gözümden, o sokaklarda dolaşırken. Anılarım, yaşanmışlıklarım, hatıralarım, beni ben yapan her şey. Garip bir tebessüm aldı yüzümü..

Biliyorum sondan önceki bir gün bugün ve Salı günü de ilk gün… Her bitiş bir başlangıç, her gecenin sabahı misali. Bu akşam kapıyorum defterimi ve Salı günü yeni, bembeyaz sayfaları olan yeni bir deftere başlıyorum. Hayat hepimize göz kırpsın…

2 Eylül 2009 Çarşamba

Okyanus esintisi ile uçuşan fikirlere nerden geldik?

Beklemekle geçti, önce yeteri kadar bilgi sahibi olmak, daha sonra en iyisini yapmakla çabalamak...Yolculuğa okuma ve yazma isteği ile başladım... Dört yaşında mahallenin minik kömür gözlüsü olarak bilinirken, babam her sabah benden yeni gazeteyi isterdi. Ne büyük coşkuydu, takdir edilmek, doğru gazeteyi götürmek. Sonunda deneme-yanılma yöntemi ile – o zamanlar böyle metotların bilimsel olduğunu bilmezdim- yolumu bulmuştum. "Koku", halen dergileri ilk açtığımda koklarım, ne büyük bir zevktir, saniyelikte olsa yolculuk yaparım çocukluğuma...


Babama gazete götürüp takdir edilme duygusu meğer ilk temelleriymiş bloğumun. İlkokulda okuduğumu hatırladığım ilk kitap "Küçük Prens", halen ismini hatırladığıma göre, cidden etkilenmişim... O kitabı yanıma alıp uyurdum geceleri. Sonra "Tekerlekli At" kitabı ile maceram oldu. Uzunca bir süre ilk beş sayfadan öteye gidemedim. Nasıl bir yıkımdı benim için. "Yoksa kitap okumayı sevmiyor muyum, neden okuyamıyorum bu kitabı?" Ailenin de baskısı bir taraftan, bak onun çocuğu kaçıncı kitabı bitirdi, sen neden okumuyorsun... O kitap iki yıl boyunca beş sayfadan fazla okunamadı. Ardından bir gün azmettim, ve o kitabı okudum. Sonraki yıllar, neden bu kadar inat ettim, ne kadar da güzle bir kitapmış diye düşünmüşümdür.

Durgunluk dönemimin ardından "Çocuk Kalbi" ile başlayan serüven. Bana kitap okuma sevgisini sağlamlaştıran kitaptır. Zorunluydu onu okumak, Türkçe derslerinde her hafta 2 saat kitaba ayrılmıştı. Ne güzel günlerdi... Diğer yandan aynı dersin kompozisyon kısmını da çok sevmiştim. On üç yaşımda "sevgi" üzerine kompozisyon yazmıştım ve aşkı" salıncakta sallanmaya" benzetmiştim. Sanrım ablalarımı gözlemlemem sonucunda bu yargıya varmışım. Yıllar sonra Tuna Kiremitçi'nin de benzer bir tanım yaptığını gördüm. Demek ki bazı insanlar bu duyguyu o şekilde hissediyor...

Orta okul yıllarında oluşan motivasyon ile lise yıllarına Leo Buscaglio ile başlangıç yaptım. İpek Ongun'un da büyük yeri var, birçok kitabını okumuştum o süreçte. Araya Mevlana, Yunus Emre, Orhan Veli Kanık'ın kitapları da girdi. Richard Bach'ın Martı'sını o zamanlarda okudum, ama yirmi dokuzumda tekrar okuyunca ne kadar da farklı şeyler buldum. Sanırım okuyucunun algısı da esere ciddi bir anlam katıyor. O yıllarda okuduğum yazarlar bu kadarla sınırlı değildi elbette ama belki de asıl etkiyi yapanlardı.

O günlerden bu günlere, elimdeki birikimi, enerjiyi yansıtma ihtiyacımdan bu bloğu açtım.. Duygularımı ve yazılarımı kendime saklamak gibi bir özelliğim var. Bu sefer içimdeki sesi engelleyemedim ve "Uçan Fikirler" artık hepimizin oldu. Dilerim karşılıklı bilgi alışverişinde bulunulan, herkese bir şeyler katan, hayatı daha farklı ve güzel görmemize bir nebze katkısı olan bir Blog olur.

Şimdiden herkese teşekkürler...